top of page

Çık Dışarıya Oynayalım!

Writer's picture: ceydahosgorceydahosgor

Updated: Dec 2, 2024

Modern dünyada yaşayan herkes gibi eğitim alanında yer alan insanların hayatında da zaman kavramı oldukça önemlidir. Okullarda ders saatleri, teneffüs saatleri, oyun saatleri ve yemek saatleri önceden belirlenmiştir ve bu saatlerde yaptığımız etkinlikler için de bir süre biçilmiştir. Zamanı saatlerle bölmek şüphesiz ki hem öğretmenler hem öğrenciler için bir rehber niteliğindedir ve günümüzün akışına bir düzen getirerek zihnimiz için cevaplar sağlaması açısından kişiler için sakinleştirici ve rahatlatıcı bir etkidedir. Diğer taraftan, bu zaman dilimleri içinde bitirilmesi gereken etkinlikler bizleri adeta zamanın içinde hızlanmaya iter. Yetiştirilmesi gereken konular ve bitirilmesi gereken ders kitapları bizimledir. Bu hız sayesinde zamana ve bitirmemiz gereken etkinliklere gösterdiğimiz sadakat zihnimizi onurlandırsa da, bu bağlılığın sonucunda ihanet ettiğimiz ve gözden kaçırdığımız unsurlar neler olabilir diye hep düşünmüşümdür. Geçmişe baktığımızda da benim gibi düşünen insanların olduğunu görebiliriz. Örneğin, Paris'te işçiler, saatleri, toplumdaki burjuva sınıfının işçilerin hayatlarını kontrol edebilmesini sağlayan bir sembol olarak görüyorlardı. 1871 yılında şehirde tetiklenen işçi ayaklanmasında devrimciler kamu saatlerine ateş ederek onları paramparça etmek istediler. Onlar saatleri, kelimenin tam anlamıyla yok etmek istiyorlardı (1). Ben bu konuya bu kadar radikal yaklaşmasam da, işçilerin saatlere karşı tutumlarının arkasındaki motivasyonu anlayabiliyorum.


İtalyan fizikçi Guido Tonelli'nin basit bir anlatımla büyük ve bakış açısına göre mistik kavramları fizik altyapısı olmayan okuyucular için anlaşılır bir dille yazdığı Zaman adlı kitabı, zamanda hızlandığımızda neleri kaçırıyor olabiliriz sorum için bana bazı cevaplar veren olağanüstü bir kitaptı.


Guido Tonelli'nin anlattığına göre, avcı toplayıcı atalarımız zamanın geçişlerini ölçmeye ihtiyaç duymuyordu. Onlar için, Güneş, Ay ve gezegenler, göğe ait devasa bir saatin kendisiydi. Onlar, gece ile gündüzün doğal döngüsü ve mevsimlerin değişimine uyumlanarak faaliyetlerini gerçekleştirirlerdi. Doğal döngü ve insanın biyolojik saati uyum içinde ilerliyordu. Sabah olduğunda uyanır, karnımız acıktığında yemek yer ve gece geldiğinde dinlenirdik. Sanayi devrimi ile birlikte insanlar saatlerin ürettiği ritme göre hareket etmeye başladı. Çalışma yerlerinde günlerin ritmini belirleyen, ne zaman neyin yapılması gerektiğini kesin olarak düzenleyen ölçüt, saatler oldu. Böylelikle, güzelce dinlendiğimiz için değil, alarm çaldığı için kalkmaya; aç hissetiğimizde değil, yemek zamanı geldiği için yemek yemeye; yorgun hissettiğimiz için değil, uyuma saatimiz geldiği için uyumaya başladık (2).


Atalarımızın zamanla olan ilişkisini ve saatlerin insanlığın hayatında ne zaman baskınlaştığını anlattığım bu sade özet, bana saatlere bu denli bağlı olarak sürdürdüğümüz hayatta neleri gözardı ediyor olabileceğimizin ipuçlarını verdi: Doğa ile olan bağlantımızı ve kendi doğamızla olan bağlantımızı.


İnsan yapımı bir saate göre değil de gökyüzüne ait dev bir saate, gece ve gündüzün doğal döngüsüne ve mevsimsel değişime uyumlanarak yaşamak insanın doğayı gözlemlemesinden ve onu anlamaya çalışmasından doğan, birlikte bir var olma durumudur. Günümüzde bitirilmesi gereken görevler belirlenmiş zaman dilimleri içine o kadar sıkıştırılmıştır ki sürekli gözler halde olduğumuz olgular doğa ve doğayla ilgili olanlar yerine mekanik saatler olmuştur ve böylelikle doğa ile olan iletişimimiz zayıflamıştır. Doğanın İşaretlerini Okumanın Kaybolmuş Sanatı adlı kitabın yazarı Tristan Gooley doğayı ve onun verdiği işaretlerin anlamlarını kavradıkça, çevresine daha derin bir hayranlıkla bakmaya başladığını ve her şeyin daha fazla anlamlandığını ifade ediyor (3). Yazarın yaptığı gibi, Güneş'i okuyabilmek ve onun saat, takvim ve pusula olarak aldığı rolleri kavrayabilmek; Büyükayı'ya bakarak zamanı anlayabilmek; sahilde, kuşlar, böcekler, bulutlar, Güneş ve Ay dahil olmak üzere izleri kullanarak, gökyüzünün kısa süre içinde bulutlanacağını ve Güneş'in kırk dakika içinde batacağını anlayabilmek doğa ile kurulan derin bir bağlantının sonucudur. Ve, Güneş'in yaklaşık kırk dakika içinde batabileceğini doğada olan işaretlerden okuyabilmek, saate bakıp kırk dakika içinde akşamın olacağını söylemekten çok daha insanca bir yöne sahiptir. İnanıyorum ki, doğayla olan bağlantımız bizim bütünün bir parçası olduğumuz fikrini kuvvetlendirir çünkü görünürde farklı bir çok canlı türüyle muazzam ortaklıklarımızın olduğunu fark ederiz. Guido Tonelli kitabında, pek çok canlının faaliyetinin gece ve gündüz döngüleriyle senkronize olduğunu ifade ediyor. Kitapta bu duruma verilen örnek Mimosa Pudica adında bir bitki.


Blooming Mimosa Pudica Timelapse. Bu video Ruben isimli Youtube kullanıcısının hesabından alınmıştır. Link:


Mimosa Pudica sabahın erken saatlerinde açan ve karanlıkta kıvrılan yapraklara sahip bir bitki ve ışık görmeden karanlıkta tutulduğunda bile bu döngü neredeyse hiç değişmeden devam ediyor. Yazar, bu durumu, ışık sinyallerinden bağımsız çalışan, genetik olarak belirlenmiş dahili bir biyolojik saatin varlığının kanıtı olarak görüyor; bir diğer deyişle doğanın döngüsü ve içinde bizim de bulunduğumuz canlı grubuna ait biyolojik saatin muhteşem uyumunun bir kanıtı olarak (4). Doğanın döngülerinin, pek çok canlının ve bizim, kelimeler olmadan ortak bir dil konuştuğumuzu bilmek çok büyük bir bütüne olan aidiyetimi bana anımsatıyor ve hayranlık uyandırıyor.


Bütün bunlarla birlikte, genetik olarak belirlenmiş dahili biyolojik saatimiz ile günümüzde kullandığımız sirkadiyen yani yirmi dört saatlik zaman diliminin aynı olması dikkat çekici ve üstünde düşünmeye değer bir konu. Guido Tonelli, kökeni üç buçuk milyar yıl öncesine dayanan ve gezegendeki en eski yaşam formlarından biri olan prokaryotik siyanobakterilerde de sirkadiyen saatler gözlemlendiğini belirtmiştir. Ona göre, insanların sirkadiyen ritminin geldiği yer burasıdır. Merkezi sinir sistemimiz, sirkadiyen ritimlere göre çeşitli sinyalleri kullanarak - örneğin ışık ve karanlık sinyallerini - vücudumuzun biyolojik saatini çalıştırıyor (5). Bu da, saatin kendi bedenimiz olduğuyla ilgili bir fikir veriyor. Sezgilerime göre, günümüzün vazgeçilmezleri olan saatler halihazırda doğanın döngüleriyle uyumlu olarak çalışan biyolojik saatimize yapay bir şekilde uyum getirmek iddiası ile hayatımızda yerlerini aldılar. Modern yaşam düzenimiz için yadsınamayacak bir şekilde de uyumu getirdiler. Kendi biyolojik saatimize güvenmeyi ve teslim olmayı saatlere güvenmeye ve teslim olmaya bıraktık. Dahası, kişisel ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi dinleyip günümüzü kendi iç sesimize göre şekillendirmek yerine saatleri dinlemeye ve bize sunulan programlar içinde yer almaya başladık. Doğadan uzaklaştığımız gibi kendi doğamızdan da uzaklaştık.


Saatlere son derecede bağlı yaşamanın bizi doğadan ve kendi doğamızdan uzaklaştırdığıyla ilgili çevresel ve ruhsal faktörlere ek olarak metabolik ve fizyolojik faktörlere de dayanan doneleri derlemeye çalıştım. Diğer yandan, saatlerin varlığını reddetmek ve ona göre bir yaşam düzeni sürdürmek gibi bir idealim yok. Bu, çağın getirdiklerinden uzak ve ayakları yere basmayan bir yaklaşım olurdu. Bunun yerine, saatler aracılığıyla doğamızla ve kendimizle iletişimimizi bozmamak adına günlük hayatımıza harmanlayabileceğimiz uygulamaların neler olabileceğinin peşine düşmek ve bu konuda fikir üretmek daha ayakları yere basan bir yaklaşım. Bu uygulamaların doğasının nasıl olabileceğinin cevabını ise Türk edebiyatının usta kalemi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bir şiirinde yakaladım. Şiir, pek çoğumuzun aşina olduğu ''Ne İçindeyim Zamanın (6)'' şiiri;


Ahmet Hamdi Tanpınar'ın fotoğrafı www.sanatatak.com sitesinden alınmıştır.


Ahmet Hamdi Tanpınar, bütün bir anın parçalanmaz akışını, zaman kavramının var olduğu ve var olmadığı noktalar arasında geniş bir an olarak tanımlıyor. Bu tam da, benim peşinde olduğum, saatler hayatımızda nasıl yer bulursa şimdi olduğu kadar doğamızdan ve kendi doğamızdan uzak düşmeyiz soruma cevap veren bir tanımlama. Bütün ve geniş anları parçalanmaz olarak sunacak biçimde şekillenen veya şekillendirilen günlük uygulamaları hayatımıza entegre etmek, modern insanın yabancılaştığı taraflarına iyileştirici bir etkide bulunabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirinde geçen ''yekpare, geniş bir anın bölünmez akışı'' ifadesini Mihaly Csikszentmihalyi ''akışta olma hallerinin'' bir özelliği olarak tanımlıyor. Csikszentmihalyi, hayatının büyük bir kısmını, işine büyük bir tutkuyla bağlı olan ve yaptığından gerçekten zevk alan insanların motivasyonlarını ve deneyimlerini anlamaya adayan Macar asıllı Amerikan bir psikolog. Bu konuda fikir sahibi olmak için ilk önce kendisi güzel sanatlar alanında çalışan kişilerden bilgi toplamaya başlamış. Ardından, hem kendisi hem de çalışma arkadaşları Japonya'dan, Kore'den, Hindistan'dan, Avrupa'dan ve başka birçok ülkeden farklı meslek grubunda olan 8000'i aşkın kişiyle röportaj yapmış. Röportaja katılan insanların farklı kültürlerden ve farklı meslek gruplarından olmalarına rağmen yaptıklarından gerçekten keyif almalarının ve akışta hissetmelerinin arkasında yatan sebebin, meşgul oldukları işi dışsal bir ödüle odaklanarak değil sadece yapma eylemine odaklanarak yapmaları olmuş (7). Ona ve Csikszentmihalyi ile birlikte akış teorisi üstüne çalışan psikolog ve akademisyen Jeanne Nakamura'ya göre akışta olma haline olanak sağlayan deneyimlerin özellikleri arasında deneyimdeki kişinin zaman duyusunun bozulması ve bölünmez bir konsantrasyona sahip olması var (8).


Yazımın ilk paragrafında hayatımızın her alanında olduğu gibi eğitim sistemlerinde de saatlere çok bağlı olduğumuzu ve daimi bir bölünme halinde olduğumuzu yazmıştım. Bu hem Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sanatsal ifadeleriyle hem de Mihaly Csikszentmihalyi'nin akış deneyimleri hakkında yaptığı bilimsel çalışmalarla çelişen bir durum. Öğrenme deneyimlerimizde akışı deneyimleyebilmenin kapılarının, en temelde modern hayatın getirileri olarak yaşadığımız durumlar sonucu uzaklaştıklarımızı tekrar hayatımıza getirmenin yollarını aramakla açılacağını düşünüyorum. Bu fikirleri 'uzaklaştıklarımızla tekrar bağ kurmanın yolları' teması içinde iki başlık altında topladım.


Doğayla tekrar bağ kurmanın yolları:


  • Saatlerin hayatımızdaki hakimiyeti insanları doğayı gözlemlemekten ve haliyle doğadan uzaklaştırdıysa, aklıma ilk gelen tekrar bağ kurma yolu çocukları doğayla daha çok buluşturmak. Dört duvar arasından çıkmak ve çevremizin en büyük rehber olduğunu hatırlamak hem çocuklara hem bizlere çok daha zengin deneyimler sunacaktır. Doğa pedagojisi hakkında oldukça ayrıntılı yazılmış ve yazımın başlığına da ilham veren Çık Dışarıya Oynayalım kitabı, Türkçede yazılmış çok değerli ve öğretici bir eser. Yazar Gaye Amus, kitabında orman anaokulları, sınıf dışı eğitimi ve doğa pedagojisi hakkında bilgi vermesinin yanı sıra öğrenmenin doğasına ve öğretmen-öğrenci ilişkisine de ışık tutuyor ve eğitim nasıl anlamlı ve bütüncül olur sorusuna cevaplar vererek eğitim anlayışının evrilebileceği yere dair kalbe yakın bir tablo sunuyor (9).


  • Okul bahçelerini ağaçlandırılmak, çoğunlukla beton zeminlerin oluşturduğu bahçelere doğal yaşamı getirecektir. Gaye Amus kitabında beton zeminlerden, çakıl taşlarından veya kumla kaplı zeminlerden oluşan okul bahçelerinin çocuklar için biyoçeşitlilik sunmadığını ifade ediyor. Çocukların kullanabileceği okul bahçesi gibi alanları dönüştürürken doğadan ilham alabileceğimizi ve oyun alanlarının tasarımında çocukların da söz sahibi olmasının ve süreci yönlendirmesinin çocuk ve o yer arasında olan bağı geliştirmesine olan etkisinden bahsediyor (10).


  • Okullarda çocukların toprakla uğraşabileceği sera gibi alanların olması, çocukların ürün yetiştirmeye ortak olması, bu süreci gözlemleme fırsatlarının olması doğa ile tekrar bağ kurmanın bir başka yolu. Bununla birlikte, yazar Azra Kohen, seraların, çocuklar için okul içinde ayrıca gidilen bir yer olmasındansa, öğrenme ortamlarının seralar olabileceği hakkında bir fikir paylaşmıştı (İlgili yazımı okumak isterseniz, buradan okuyabilirsiniz💚).


  • Bulunduğumuz öğrenme alanlarında bitkilerin bulunması ve çocuklarla birlikte bakımının üstlenilmesi.


Kendi doğamızla tekrar bağ kurma yolları:


Doğa pedagojisini ve sınıf dışı eğitimi, eğitim sistemimize entegre ederek kendi doğamızla tekrar bağ kurmanın en büyük adımını atmış olduğumuzu düşünüyorum. Bunun sebebi ise doğa ve insanın birbirinden ayrı varoluşlar olmamasıdır.

  • Akış deneyimi yaşamanın bölünmez bir konsantrasyona sahip olmakla doğru orantılı olması, çocukların meşgul oldukları şeylerin sık bir biçimde zaman dilimleriyle bölünmemesini gerektiriyor. Bölünmeyen geniş bir zamanı çocuklara sunmak bölünmeyen konsantrasyonu, aynı zamanda anda olmayı yani akışı yaşamayı mümkün hale getirilebilir. Gaye Amus, kitabında Münih'te ziyaret ettiği açık hava kreşinin çocuklara sabah dokuzdan öğlen on ikiye kadar ormanda vakit geçirme olanağı sağladığını belirtiyor. Bu geniş üç saat herhangi bir zil sesiyle bölünmüyor (11). Aynı şekilde, 2012-2013 akademik yılında Finlandiya'nın Järvenpää şehrinde bir kreşte yaptığım Comenius asistanlığı süresinde, ben de çocukların her gün iki saat - hava koşulları ne olursa olsun - öğretmenleri eşliğinde okul bahçesine çıktıklarını gözlemlemiştim. Bu gözlemimi paylaşmayı değerli buluyorum çünkü asistanlık yaptığım kreş bir açık hava kreşi olarak adlandırılmıyordu veya bir orman anaokuluna bağlı değildi. Çocukların uzun bir saat dilimi içinde dışarıda bulunması onların bütünsel gelişimini desteklemesinin yanı sıra hem anda olan dikkatlerini korumaları hem de yaşamlarında dikkat kontrollerini sağlayabilmeleri için erken dönem çocukluk eğitiminin olmazsa olmaz bir parçasıydı.


    Gaye Amus, çocukların dışarıda geçirdikleri sürede olan deneyimlerinin özelliklerini şu şekilde anlatıyor (12):


  1. Akademik beklentileri olan kazanımlar sağlamak için art arda etkinlikler yapılmıyor.

  2. Çocukların acele ettirilmemesine özen gösteriliyor. Çocuklara hızlanmaları için yönergeler verilmiyor. Çocukların kendi ritimlerine saygı duyuluyor.

  3. Yapılandırılmamış oyuna önem veriliyor. Sıkıştırılmış bir program uygulanmıyor. Kimi zaman yarı-yapılandırılmış veya kurallı grup oyunları da oynanıyor. (Kurallı oyunlar, benim asistanlık yaptığım okulda oldukça az oynanıyordu, çoğunlukla çocuklar iki saatin neredeyse tamamında serbest oyun oynuyorlardı.)

  4. Öğretmenler çocukların oyunlarına her an dahil olmuyorlar. Daha çok gözlemliyorlar ve çocuklardan yardım talebi geldiğinde onlara rehber oluyorlar veya oyunlarında olmalarını istediklerinde oyun arkadaşı oluyorlar. Tabii ki bir öğretmen kendi isteğiyle de çocukların oyununa dahil olabilir ancak oyunun akışını bozmadığından emin olmalıdır ve oyun içinde çocukların alan ve söz sahibi olmasına fırsat vermelidir.


Çocuğun dikkatini bölmemek teması bu maddelerin hepsinde mevcut. Saatlerle belirlenen art arda sıkıştırılmış aktiviteler ile çocukları bölmemek, acelenin olmaması, yönergelerle sürekli müdahale halinde bulunmamak çocukları özgür kılan ve onların akış deneyimlerine sahip olmalarına fırsat tanıyan yaklaşımlardan bazıları. Bu yaklaşımların temel alındığı her öğrenme deneyimi çocukların dış seslere - saat sesi de buna dahil 🕑 - bağlılığını azaltıp kendi iç sesini duymasına ve dinlemesine olanak sağlayacaktır. Öğrenmeyi, zevkli ve coşkulu hale getirecek olan da budur. Kendi iç sesini duyabilen ve çevresinin farkında olabilen bir çocuk öğrenmeye halihazırda çok daha açık olacaktır. Tam bu noktada sizinle Mihaly Csikszentmihalyi'nin bir anısını paylaşmak istiyorum. Bir gün kendisi soyismiyle aynı adı taşıyan ve Transilvanya'da bulunan köyden bir fotoğraf alıyor. Fotoğrafta köyün okulunun ana girişi görünüyor. Oyma ahşaptan yapılmış ve oldukça süslü olan kapının üst tarafına şu cümle işlenmiş: ''Bilginin kökleri acıdır fakat meyveleri tatlıdır.'' Csikszentmihalyi bu cümlenin kendisini oldukça etkilediğini söylüyor çünkü kendisi yaklaşık otuz yıldır bunun böyle olmayabileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Ona göre bilginin kökleri illa acı olmak durumunda değil, bu fikre kendi deneyimleri ve başka insanların deneyimleri sonucunda vardığını dile getiriyor ve şöyle söylüyor: ''Biliyorum ki bilgiyi edinme süreci yoğun bir şekilde heyecan ve keyif verici bir süreç olabilir. Okullara bu kelimeleri kazımamızın nedeni, bilgi gerçekten böyle olduğu için değil, bizzat okulların bilgiyi acı hale getirmesindendir (13).''


Bilgiyi edinme sürecinin, eğitime olan bakış açımızı değiştirdiğimizde farklı bir anlam kazanacağına gönülden inanıyorum. Bu anlamın, bilgiyi kullanma alanlarında olabilecek izdüşümleri ise beni çok heyecanlandırıyor. Bilgiyi severek edinmiş, kendi iç motivasyonunu bulmuş, doğayı tanımış bir çocuğun, süreçte topladığı bilgileri, kör topal ilerleyen bir sistem için değil, daha eşitlikçi, rekabeti değil işbirliğini destekleyen, yaşayan her canlının hakkını gözeten bir sistem için kullanabilme ihtimalinin çok daha yüksek olduğuna olan inancım yüksek.


Öğrenme deneyimleri, ne zamanın içinde ne zamanın dışında ve bölünmez bir akışta; Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dizeleriyle tanımlayacak olursak kişiyi rüzgarda uçan tüyden daha hafif hissettiren nitelikte olmalı. Böylelikle kökü bizde sarmaşık olmuş bir dünyayı sezebiliriz ve sarmaşığın zahmetsizce çözülmesine şahit olabiliriz, belki de sarmaşıkla hemhal olabiliriz. Bu süreç, aynı zamanda kişinin en yaratıcı olabileceği süreçlerden biri. Yukarıda, Paris'te saatlerle arası pek de iyi olmayan işçilerden bahsetmiştim. Bu işçilerden birinin çömlekçi oğlu birkaç piyano dersi alıyor ve yetenekleri hemen fark ediliyor. Genç müzisyen Paris Konservatuarı'na başlıyor ve ürettiği eserde müzikal temponun o zamana kadar olan gelişimini değiştiriyor çünkü eserinde iyi tanımlanmış bir ritim sunmuyor. Eser, müzisyenin müzikte zamanın çözülmesine ilişkin bir araştırmasında ortaya çıkıyor. Bahsedilen müzisyen Claude Debussy, bahsedilen eser ise, 20. yüzyıl müziğinin yolunu açan Prelude a l'apres midi d'un faune (14). Zamanı eğmenin, bükmenin ve çözmenin bir ürünü olan eseri keyifle dinlemenizi dilerim. Neden eğitim sistemlerimizden yaratıcılıklarına ulaşabilecek daha fazla kişi çıkmasın? - Üstelik yaratıcılık düşünülenin aksine sadece ortaya bir sanat şaheseri çıkarmakla ölçülebilen bir şey değilken, başka birçok parametresi varken...


Prelude a l'apres midi d'un faune. Bu video Thomas Turner isimli Youtube kullanıcısının hesabından alınmıştır. Link: Claude Debussy, Prélude à l'Après-midi d'un faune - YouTube


 

Yazımın sonlarına yaklaşırken birkaç şey daha paylaşmak istiyorum.


Birincisi bir fotoğraf:


Sol tarafta olan fotoğraf Simon Garfield'ın Saatler isimli kitabından alınmıştır. Sağ tarafta olan görsel Canva'da tasarlanmıştır.


İkincisi ise bir eşzamanlılık:


Bu yazıyı yazarken Gaye Amus'un Çık Dışarıya Oynayalım kitabını okumaya başladım. Kendisi, kitabının sonlarına doğru, kurmuş olduğu ve bünyesinde doğa pedagojisiyle ilgili kurslar ve danışmanlıklar verdiği Doğada Öğreniyorum'un logosunun nasıl ortaya çıktığını anlatıyor. Bir gün bir rüya görüyor. Rüyasında dalları spiraller şeklinde baş aşağı bakan bir ağacın resmini yapıyor ve onu kuru kalemlerle boyuyor. Uyandığındaysa renklerine kadar en ince ayrıntıyı bir kağıda çiziyor. Logonun temelleri böylelikle atılmış oluyor.


Bence o an, kökü kendinde sarmaşık olmuş bir dünyayı sezmiş Gaye Amus ve o dünyayı yaptığı işle bize sunmak istemiş.


Bu yazı üstüne çalıştığım ve Gaye Amus'un kitabını okuduğum zamanlarda, Isparta'da evimizin hemen karşısında bulunan halk eğitim merkezinde boncuk işleme kursuna gidiyordum. İkinci işim için bir desen arıyordum. Seçtiğim desen ilhamını Jung'tan aldığım bir spiraldi ve henüz Gaye Amus'un rüyasından haberim yoktu.



Bu eşzamanlılığı hayallerimin peşinden koşmak, insanların hayal kurma güçlerini arttırmak ve hayallerinin peşinden koşan insanları desteklemek için bir işaret olarak algıladım.


Şükür, huzur ve teslimiyetle ꩜ ꩜ ꩜


 

References


(9-10-11-12)


Amus, G. (2022). Çık dışarıya oynayalım. Epsilon


(7-13)


Csikszentmihalyi, M. (2014). Applications of flow in human development and education: The collected works of Mihaly Csikszentmihalyi (1st ed.). Springer Netherlands. https://doi.org/10.1007/978-94-017-9094-9


(3)


Gooley, T. (2022). Doğanın işaretlerini okumanın kaybolmuş sanatı (Çev. S. T. Çevirmen, 20. baskı). Destek Yayınları. (Orijinal çalışma 2014 yılında yayımlandı.)


(8)


Nakamura, J., & Csikszentmihalyi, M. (2001). Flow theory and research. In C. R. Snyder & S. J. Lopez (Eds.), Handbook of positive psychology (pp. 195–206). Oxford University Press.


(6)



(1-2-4-5-14)


Tonelli, G. (2024). Zaman (Çev. G. A. Y. Çevirmen). Yakamoz. (Orijinal çalışma 2021 yılında

yayımlandı)

106 views0 comments

Recent Posts

See All

Comments


bottom of page